… İki keklik bir kayada ötüyor, ötme de keklik derdim bana yetiyor… Saatlerdir çalan elektronik müziğe rağmen, diline takılan bu şarkıdan bir türlü kurtulamaması rahatsız ediciydi. Beyni kendi müziğini yapıyor ve dışarıdan gelen her sesi birtakım gümbürtüler, takırtılar, cızırtılar, vızıltılar ve fısıltılara dönüştürüyordu. Güçlü kolonlardan yayılan ve sürekli kendini tekrar eden ritim, Narin’in karnına, kollarına, zavallı ak-karaciğerlerine dum tıs dum tıs vurup duruyor ama kulağını ele geçiremiyordu. Böyle hissetmesinin sebebi aşırı yorgunluk ya da damarlarında gezinen litrelerce alkol olabilirdi. Gecenin kaçı olduğunu bilmiyordu. Kaç saattir bu evde olduğunu, kaç kadeh içtiğini, bangır bangır çalan müziğin ne olduğunu, etraftaki kalabalığın ne konuştuğunu, üzerindeki kırmızı mini elbiseyi ne zaman giydiğini, kimin kiminle yattığını, günü, ayı, mevsimi, yılı… Zihni, ayırt edilmez seslerin ve anlaşılmaz görüntülerin ablukası altındaydı. Kaymış gözleri görmeden bakıyordu; kulakları duymaz, ağzı epeydir laf yapmaz olmuştu. Yüksek tavanlı koca salonda yaklaşık kırk kişinin gölgesi dolanıyordu. Müziğin sesini bastırmak için bağırıp duran kırk ağız ve gecenin bu saatinde hâlâ söyleyecek sözü bitmemiş insanlar… Makyajların ışıltısı çoktan silinip gittiğinden, yorgun yüzlerin kusurlarını kapatmak loş ışığa ve havada bir bulut gibi asılı duran sigara dumanına kalmıştı. Kontrolden çıkmış bakışlar ve yersiz kahkahalar çiftleşme çağrısından başka anlam taşımıyordu. O sabah yatakta gözlerini açtığında ise kendini iyi hissetmiyordu. Bir gece önce Fırat’ı görmek dengesini altüst etmişti. Geçmişin asla sandığımız kadar uzakta kalmadığı gerçeğiyle yüzleşmek, yeteri kadar uzağa gidemediği kaygısını doğuruyordu. Yoksa yıllar geçtikçe güçleneceğine, zayıflıyor muydu insan? Olgunlaşacağına koflaşıyor, dayanıklılığını yitiriyor muydu? Öğreneceğine unutuyor, bildiklerinden şüpheye mi düşüyordu? Geride bıraktığı onca şeyden ve onca yıldan sonra böyle yaprak gibi titremek, kendini başa dönmüş gibi hissetmesine yol açıyordu. Yürümüş, yürümüş ama hiçbir yere gidememişti. Belki de dünyanın yuvarlak olması, daima başladığın yere, yani kendine döneceğin anlamına geliyordu. Küçük bir Anadolu kasabasından İstanbul’un ışıklı gecelerine uzanan bir yolculuğun hikâyesi. Sevginin değil, mecburiyetin birlikte tuttuğu bir ailede büyüyen Narin ilk kez âşık olduğunda yolların nihayet daha büyük yollara bağlandığını, o büyük yolların da başka şehirlere, ülkelere kavuştuğunu anlar. Birisi gittiğinde arkasında bir yol bıraktığını. Ama o yolların nefrete, ihanete de açıldığını anlaması için aradan yılların geçmesi, dostlukların sınanması, kaybedilenlerin bulunması gerekecektir. Aşka Şeytan Karışır ve Maraz adlı romanları yayımlandığı yıllarda en çok satanlar listesinden aylarca inmeyen Hande Altaylı’dan yaşamın içinden, samimi ve sarsıcı yeni bir roman.
No reviews found!
No comments found for this product. Be the first to comment!