Londra’nın fakir mahallerinde yaşayan, her türlü haktan yoksun ezilen bir halkın romanı Uçurum İnsanları. 1902 yazında İngiltere’ye ilk seyahatini yapan London, kılık değiştirerek Londra’nın Doğu Yakası’nda iki ay yaşadı. Karınlarının doymasından başka bir şey istemeyen alt sınıftan insanların arasına karıştı, onlarla birlikte yaşayarak, gözlemlerini edebi bir dille aktardı. Toplumsal adaletsizliği tüm yalınlığıyla gözler önüne seren Uçurum İnsanları önemli bir klasik eser olma özelliğini hâlâ koruyor. “Benim başka hiçbir kitabım genç kalbimi yoksulluğun böylesi kadar burkmadı.” – Jack London
Ey İsa, bak şu şehirdeki halimize,
Halimizden anla ve acı bize
Yüzümüz cennete doğru dönük,
Zorluk içinde yaşamayalım diye.
Thomas Ashe
“Ama bunu yapamazsın, sen de biliyorsun,” dediler, Londra’nın Doğu Yakası’nın derinliklerine dalmak için yardımlarına başvurduğum dostlarım. “Sana yol göstermeleri için polise gitsen daha iyi olur,” diye eklediler sonra da, akıllarına yepyeni bir fikir gelmiş gibi. Karşılarında ne yaptığını bilmeyen bir deli varmış da, onlar da bu psikolojik havaya insanüstü bir çabayla ayak uydurmaya çalışıyormuş gibiydiler. “Ama ben polise gitmek istemiyorum,” diye karşı çıktım. “Yapmak istediğim şey, Doğu Yakası’nın derinliklerine girip orada olup bitenleri kendi gözlerimle görmek. Bu insanların orada nasıl yaşadığını, neden yaşadığını ve ne için yaşadığını öğrenmek istiyorum. Kısaca söylemek gerekirse, orada yaşamak istiyorum.” “Ama orada yaşamak istemezsin ki!” dedi herkes, yüzlerine kazınmış olan bir memnuniyetsizlik ifadesiyle. “Diyorlar ki, orada öyle yerler varmış ki, insan hayatı delikli bir metelik bile etmezmiş…” “Tam da benim görmek istediğim yerler,” diyerek sözlerini kestim. Kurtuluş Ordusu: Fakirler için para toplayan bir Protestan grubu. Britanya İmparatorluğu’nun yüzyılın başında ihtişamının doruğunda olduğu dönemdeyiz. “Üzerinde güneş batmayan” imparatorluğun başkenti Londra, Doğu ve Batı Yakası olmak üzere ikiye ayrılmış. Batı Yakası, kapitalizmin nimetlerinden nasibini almış, varlıklı sınıfın sosyo-kültürel coğrafyasını temsil ederken Doğu Yakası kaybetmişlerin cehennem çukurunu oluşturmaktadır. Bu cehenneme Jack London, hemen yüzyılın başında (1902) bir iniş denemesi yapar; kılık kıyafetini değiştirir; eski bir denizci kimliğinde oradaki hayatın “içine karışır” ya da karışmış olur. Burada yeri gelmişken edebiyat tarihinin ironik bir ilişkisinden ya da edebiyatın “cilvesinden” söz etmek gerekir diye düşünüyorum. Alt sınıfların, aşağı katmanların hayatı, “ikinci kültür” dünyası, edebiyatta kendine gerçek anlamda ilk kez 19. yüzyılın ikinci yarısında, bir “işçi edebiyatı” oluşturma çabaları içinde ifade alanı bulmuş, yüzyılın sonuna doğru (1870’lerden itibaren) kısa erimli bir “natüralist” akım, edebiyatın geleneksel-klasik içeriklerine ve biçimlerine isyan ederek, edebiyatın konusunu sadece ve sadece sosyal sorunlarla, emekçilerin, alt sınıfların, lumpen katmanların içinde yaşadıkları şartların anlatılmasıyla sınırlamaya kalkmıştır. Yoksullar, alkolikler, emeğini güç bela satarak yaşayabilenlerin yanı sıra bedenini satarak ayakta durabilen kadınlar, deliler ve bütün bu insanları çevreleyen sosyo-kültürel çevre, natüralist edebiyatın sınırlarını belirler. Natüralizm için, yeri geldikçe öteki önsözlerimizde de belirttiğimiz gibi, birey, insan, edilgen (pasif) bir öğedir sosyal sistemin içinde; onu ya dönemin sosyo-ekonomik şartları, ya da bu şartlar ile bütünleşen sosyal çevre şartları ve nihayet kalıtımın getirdiği olumsuzluklar belirler (delilik, alkoliklik vb.). Bu üç koordinatın kesişmesinde tanımlanabilen “insan” melodramın diliyle söylemek gerekirse “bu anlamda kaderin” kurbanıdır, çünkü hayatını değiştirme gücü ve imkânı yoktur. (Örneğin Zola’nın, Hauptmann’ın eserleri.) Ancak bu edebiyatın, işçi edebiyatı örneklerinde de olduğu gibi ve daha sonra bütün bir 20. yüzyıl politik sanatında adeta kural haline gelen bir özelliği bulunmaktadır: Alt sınıfların, ezilenlerin, yoksulların hayatını anlatanlar, bu dünyalara bakışlarını çevirenler, hemen hemen istisnasız, “burjuva, büyük burjuva” sınıfının “çocuklarıdır”. Bir tür vicdan temizleme, günah çıkarma imkânı ya da memnun olmadıkları (burjuva-kapitalist) düzenden hınçlarını alma, politik eylemlerinde edebiyata, sanata görev verme gibi bir imkân bulmuşlardır. Örneğin Zola, aynen kendisinden yirmi otuz yıl sonra Jack London’ın yapacağı gibi, elinde kâğıt kalem, Paris’in, işçi dünyalarının, alt sınıfların “mıntıkalarında” dolaşıp durur. Genelevler, maden ocaklarının derinlikleri, meyhaneler, garlardaki taşımacılar, onun gözleminin odaklandığı parça dünyalardır. Ama bu “giriş” o gün bu gün, bu dıştan gelen iyi yürekli burjuvalar ya da politik angajmanı “sol” olan her yelpazedeki “yazar” için, hep sorunlu olmuş, bir “casusluk” durumu, yabancı, dış bir gözü temsil etme durumu, bir yapaylık, eğretilik hissi kendini duyurmuş olmalıdır. Çünkü “yanına gelinen”, “kendi cehennemine inilen”, ötekinin bu çukurda gönlü istediğince kalabileceğini, her an çekip gidebileceğini bilmektedir. Öteki, istediği kadar onun sorunlarını dile getirerek ona el uzattığından emin, aradığı vicdani desteği bulsun, “malzeme” olma duygusudur belki derinden rahatsız eden çukurdakini. Ya da, öyle dile getiremese bile, kendine düşman sınıfın üyesi olan “kurtarıcıyı” kuşkuyla karşılar. Jack London, “uçurumdaki insanların” yanına “masum” bir casusluk yaparak girer, ama o insanlar ile arasındaki mesafeyi ne kadar daralttığına, bu yakın temasta onlardan biri olmayı ne kadar başardığına karar vermek okura kalmıştır.
İnceleme bulunamadı!
Bu ürün için yorum bulunamadı. İlk yorumu siz yapın!